Büyükçekmece Gölü Neden Kurudu? Edebiyatın Gözünden Bir Kayboluşun Hikâyesi
Bir edebiyatçı için her göl bir hikâyedir; her kuruyan su, bir sessizliğin yankısıdır. Büyükçekmece Gölü’nün kuruması, yalnızca bir ekolojik gerçeklik değil, aynı zamanda bir anlatının eksilmesidir. Çünkü göller, tıpkı roman karakterleri gibi yaşar, dönüşür ve bazen de kaybolur. Her biri insanın doğayla kurduğu ilişkiyi, onun tutkusunu, ihmalkârlığını ve varoluş sancısını anlatır. Bu yazı, Büyükçekmece Gölü’nün kurumasını bir çevre olayı olarak değil; bir edebi tema olarak okumaya davettir.
Bir Zamanlar Mavi Bir Cümleydi: Gölün Anlatısı
Eskiden Büyükçekmece Gölü, İstanbul’un batısında denize nazır bir aynaydı. Balıkçılar sabahın erken saatlerinde ağlarını atarken, göl yüzeyi bir şiirin ilk dizesi gibi titreşirdi.
Ancak bugün o mavi satırlar silinmiş, yerini çatlamış topraklara bırakmıştır.
Bu değişim, tıpkı bir romanda karakterin trajik dönüşümüne benzer.
Turgut Uyar’ın “Göl başında bir çocuğun yalnızlığı” dediği an gibi, Büyükçekmece Gölü de insanın yalnızlaştırdığı bir mekân haline gelmiştir.
Gölün kurumasının bilimsel sebepleri elbette vardır: iklim değişikliği, yeraltı suyu çekilmesi, kontrolsüz yapılaşma ve su kaynaklarının yönlendirilmesi.
Ama edebiyat, sebeplerle değil, insanın bunlara verdiği anlamla ilgilenir.
Burada göl, insanın doğaya hükmetme tutkusunun bir sembolüdür.
Tıpkı bir romanda sevdiğini kaybeden bir karakter gibi, insan da sonunda doğayı kaybettiğinde kendisini eksilmiş bulur.
Kayıp Sular, Kayıp Bellekler: Edebiyatta Kuruma Teması
Kuruyan göllerin hikâyesi yalnızca Büyükçekmece’ye özgü değildir.
Thomas Hardy’nin romanlarındaki kırsal İngiltere, Orhan Kemal’in romanlarındaki kurak tarlalar ya da Yaşar Kemal’in “Çukurova”sı, hep aynı şeyi anlatır: insan doğadan uzaklaştıkça kendi sesini kaybeder.
Büyükçekmece Gölü de bir karakter gibi okunabilir — bir zamanlar canlı, üretken, toplumu besleyen bir figürken; şimdi suskun, unutulmuş bir varlık.
Bu değişim, insan merkezci anlatının çöküşünü sembolize eder.
Edebiyatta “kuruma” teması genellikle bir içsel tükenişi anlatır.
Tıpkı gölün suyunun çekilmesi gibi, insanın da içsel dünyası bazen kendi ilgisizliğiyle kurur.
Büyükçekmece Gölü’nün bu anlamda bir roman kahramanı gibi sessizce direndiğini söylemek yanlış olmaz.
Sular çekilirken, gölün belleğinde hâlâ balıkçıların gülüşleri, çocukların taş sektirdiği yankılar ve sabah sisiyle karışan umut vardır.
Belki de göl, bize yalnızca “beni kurtarın” değil; “beni hatırlayın” demektedir.
Toplumsal Aynada Gölün Yansıması
Edebiyat, yalnız bireyi değil, toplumu da anlatır.
Büyükçekmece Gölü’nün kuruması, modern insanın tüketim ve unutma kültürünün bir sonucudur.
Bir dönem göl kıyısında piknik yapan, balık tutan insanlar, artık o bölgeye beton ve araçla yaklaşır hale gelmiştir.
Bu, yalnızca bir mekân kaybı değil; bir toplumsal duyarlılık kaybıdır.
Nazım Hikmet’in dizelerinde “Dünyayı verelim çocuklara, hiç değilse bir günlüğüne” çağrısı vardır.
Bugün bu çağrı, Büyükçekmece Gölü gibi kaybolan doğa parçalarıyla daha anlamlı hale gelir.
Çünkü çocuklara bırakılan şey artık masmavi bir göl değil, eski bir hikâyenin gölgesidir.
Ve her toplum, kendi hikâyesini unuttuğunda, kendi geleceğini de unutur.
Sonuç: Göl Kurumaz, İnsan Kurur
Büyükçekmece Gölü’nün kuruması, yalnızca iklimin değil, insanın iç dünyasının da kuraklaşmasıdır.
Edebiyat, bu kayboluşu anlamlandırmanın tek yoludur.
Bir gölün sessizliğinde, insanlığın kendi sesini duyarız; çünkü doğa, edebiyat gibi, varoluşun aynasıdır.
Bu nedenle, “Büyükçekmece Gölü neden kurudu?” sorusu sadece çevresel bir merak değildir.
Bu soru, aynı zamanda “biz nerede yanlış yaptık?” sorusunun da yankısıdır.
Cevabı ise gölün değil, insanın kalbindedir.
Okuyucuya düşen ise şu:
Gölün hikâyesine kendi kelimelerini eklemek, kendi çağrışımlarını paylaşmak.
Çünkü her yorum, kuruyan bir hikâyeye yeniden su taşır.
Etiketler: #BüyükçekmeceGölü #Edebiyat #DoğaVeİnsan #Kuraklık #EdebiAnaliz #İstanbul